Kuş sesleri sabahın erken
saatlerinde taşlaşan şehre inat tüm neşeleriyle durmamacasına… Kadın uçurumun
kenarına çöküp dinliyor boşluğu doldurmalarını umarak. Sanki yeterince içine
çekerse maviliği ve sesleri, unutacak o şehri… Kuraklaşan, yamru yumru binalarıyla,
ezilen eksilen insanlarıyla belki tüm şehirleri… Umut dağıtan, çaresizliğe yokluğa
daha da batıracak o madeni… Gözlerini kapatıyor…
Bir rüyayla başlayan sonuna kadar
sürükleyen merak, diğer yanda acıyı damarlarına ağır ağır zerk eden satırlar…
Şiddetle kasılıp o dipsiz kuyuya daha da batmak… Hayat mı adı? Peki ya yaşamak?
“Hayatın bir anlamı yoktur ama yaşamak
hayata bir anlam verme uğraşıdır. Anlamın tasarlandığı kadar anlamlı olması da
şart değildir…”*
İki adam, Mürşit ve Madenci Uzay,
bir şişe rakı başında baştan aşağı acıya kesmiş. İçip unutmak değil amaçları
içip biraz olsun dondurabilmek o keskinliği. Unutmak mümkün mü?
“Aslına bakılırsa bu konuşmaları,
geceler boyunca ruhları deşerek birbirlerine anlattıkları varlıklarının dağılmış
parçalarını umutsuzca toplama çabasından, yeniden bir bütün olma umudundan
başka bir şey değil. İkisi de hatırlıyor, anlatıyor, hayatlarının kopmuş
parçalarını yerlerine koyuyorlar; ama ek yerleri fena sızlıyor.” **
İçeride sigara içildiği için ceza
bile kesilmeyen yok bir yerde iki adam kelimelerini paylaşıyorlar. Birbirlerini
bulmadan beyin duvarlarını döven kelimelerini, hep sürecek gibi geliyor biran. Arada
bir Pehlivan’dan Kibar’a Özgür’e Şükran’a Arzu’ya gidip geliyor satırlar
geçmeyen dünya ağrısıyla, bir merakla, toplumsal gerçeklerle… Sefilliğe çarpan gerçekliklerle…
“Gerçeğin kuyusu bir cehennem”
dedi. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu
yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp
gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz çünkü
ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek
istemiyoruz.”***
“Oğlunun başına bulut oturmamış.
Oysa onun başı daima bulutlu. Bu bulut yüzünden diye düşündü, hayır bulut diye
değil dedi, bulut temiz ve hoş bir şeydir benimki korkulardan, suçlardan,
bıkmalardan, anlamsızlıklardan, bir yere varmayan kopuk düşüncelerden oluşmuş
tozlu bir topak. Katılaşmış, yapış yapış olmuş bu topağın zihninin damarlarını
kapladığını düşündü. Bu topak yüzünden göremiyor hayatı.” ****
Kadının kolayca içine çekebildiği
ama genelde uzak durduğu satırlar, yaz için okumak istediklerinden değil. Yazarın
diğer kitaplarını ne zaman okuyacağı hakkında fikri olmasa da tanışmaktan
hoşnut… Öte yandan kitabın hissettirdiklerini yazmak yerine arka kapak misali
olay örgüsünü anlatmaya biraz daha eğilmeli diye düşünüyor. Her biri ustalıkla
işlenmiş ana karakterler yanında diğer kişilere belki biraz daha değinilmeli.
İleride kendisi de okuduğunda da olayı tam olarak hatırlayabilmeli diye düşünüyor, bakalım bir sonraki romanı nasıl yazacak?
Ve işte arka kapak;
“Hayat, kayaç katmanları gibi
parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.” Türkçe edebiyatın sözünü sakınmayan
kalemi Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25.yılında sarsıcı bir romanla
karşımızda.
Hayatı “ yolcu” olarak yaşamak isterken baba mirası otelin
işletmecisi, ailesinin “reisi” olmak zorunda kalan Mürşit, her geçen gün
tamahkarlaşan bir şehirde, gerçek dostluğu İstanbul’da bıraktığı hayaletlerden
kaçarak Mürşit’in oteline sığınan Madenci’de buluyor. İki arkadaşın dünya
algısı, okuyucuya, Türkiye tarihindeki utanç sayfalarının bir özetini sunuyor.
Arka planı toplumsal facialar,
kitlesel cinnet hikayeleriyle örülen Dünya Ağrısı’nda, geçmişle hesaplaşma
cesaretini gösteren insanları yaşadıkları toplumdan ayıran sınır imleniyor.
Dünya Ağrısı kelimelerle sıkılmış
bir yumruk…....”
*Sayfa 248
**Sayfa 143
*** Sayfa 281
****Sayfa 326
Alıntılar çarpıcı. Kitap çarpıcı demek ki.
YanıtlaSilBu yazarı hiç okumadım. Okumayı düşündüğüm ne çok kitap var. Ömür yetmeyecek.
ömür yetmeyecek gerçekten :) kitap gerçekten çarpıcı ... baştan sona bir merağa eşlik eden keskin cümleler ... hesapta yokken okutturuverdi kendini
Sil