Sonunda nefis çinili girişiyle
Adana garındayım. Günlerden 1 Mayıs ve giriş kapanmış gibi gözüküyor. Tatil mi
yoksa diye kısa bir panik anından sonra içeri giren insanları görüyorum, trenin
kalkmasına kısa bir süre var. Çağrı merkezinden aldığım bileti kağıda
döktürüyorum. Ve yerime kurulmak üzere trene gidiyorum.
Vagonlar üzerinde numara
yazmıyor, bir o yana bir bu yana gidip duruyorum. İçeri giriyorum çok
kalabalık, herkes boş yer arıyor, dedim ya trenin kalkmasına çok kısa bir süre
var. Hafifçe kızıyorum elinizdeki biletlerde numara yok mu, ne diye bu kadar
dolaşıyorsunuz diye? Sonradan o anları düşündükçe gülmeden edemedim, şimdi
yazarken bile öyle. Çünkü insanlar gerçekten boş buldukları yere oturuyorlar
hatta kompartıman kapıyorlardı.
Bense çekme kısmı bozulmuş
çantamla kan ter içinde artık iyice sinirlenmiş halde bir görevliye gidiyorum. Hani
elimde çağrı merkezinden alınmış numaralı biletim var ya! Şimdi bile gülüyorum
o anlara. Ben biletten falan bahsederken kompartmandaki tatlı aile, biletlerini
sonradan alıveriyor işte. Herşeyin de kurallara göre olması gerekmiyor, hele de
o tatlı kalabalığı düşündükçe. Bu durumda bilmeniz gereken tek şey biraz daha
erken gidip istediğiniz yeri kapabilmek. Aman dikkat tatil zamanları koridorlar
bile dolarmış.
Öte yandan 4-5 saat sonra o
kalabalık azalıyor. Benim gibi istediğiniz yere geçiveriyorsunuz ve hatta
ayaklarınızı bile uzatabiliyorsunuz. 12 saatlik bir yol için bu nasıl bir nimet
anlatamam. Trenleri sevmemin bir nedeni de otobüslerde bulamadığım hareket
esnekliği sanırım. Elazığ’a epey yaklamışken Malatya’da tekrar doluyor tren.
Hatta bir gelin damat çekimi için birkaç dakika fazladan mola bile veriyoruz.
Bu arada mucize gibi bir şey
oluyor ve en öndeki vagona girmeme izin veriliyor. Kısa süre de olsa çok
mutluyum. Tekrar tekrar çok çok teşekkür ederim, oradan fotoğraf çekmeme izin
veren makinistlere. Sol tarafta otururken tren sürekli o tarafa kayacakmış gibi
geliyor, incecik rayların üzerinde gidebilmesine ilk defa şaşırıyorum! Ciddi
virajlardan, makaslardan geçiyoruz, hiç sektirmeden. Telsiz bağlantısı olduğu
için arka vagonlarla da sürekli iletişim kurabiliyorlar. Bir de o kadar sallantıya rağmen devrilmeyen,
tabii ki korunaklı, tüp, ocak, beni şaşırtıyor. Orada içtiğim çayın tadı bir
başkaydı desem. Mustafa ve Önder Bey’e misafirperverlikleri tekrar teşekkür
ederim. Umarım bir gün daha uzun süreli misafirleri olup, tekrar çaylarını
içebilirim.
İnmeye yakın yani Malatya’yı
geçip Elazığ’a geldiğimizde yağmur karşılıyor bizi. Yolda tanıştığım tatlı mı
tatlı gençler yardımcı oluyor bana. Sahi onların telefonlarını neden almadım
diye hayıflanıyorum sonradan. Malatya’da Fırat kıyısındaki yazlıklarından
geliyorlarmış. Kayısı bahçeleri varmış. Bahar olması nedeniyle her yer
yemyeşil. Elazığ’da şehirden görünen çevre yeşilliğine hayran, her zamanki gibi
umarım koruyabiliriz diyorum içten içe. Göremediğim Hazer Gölü’nde su sporları
yapıldığını anlatıyorlar. Kimbilir belki de Kemaliye gibi Anadolu’nun yükselen
değerlerinden biri olur yakın zamanda. Ne de güzel olur…
Cumartesi günü arastaya
gittiğimde dolaplarda sıra sıra dizilmiş, fotoğraflarını buraya koyup koymamakta kararsız kaldığım kellere bakakalıyorum. Henüz bilmiyorum
ama Malatya’da da göreceğim onlardan, üstelik açıkta! Dutla yapılan sucuklar yani
pestiller de aklımı başımdan alıyor. “Orcik” deniliyormuş. (Sahi Gümüşhane’de
de görmüştüm, hatta almıştım onlardan, adları “köme” idi.) Glikozsuz olandan
isterseniz hemen veriyorlar. Tadıyorum ve tabii ki almadan duramıyorum.
Elazığ, Gakkoşlar Diyarı yazan bir
masa örtüsüne bakarken, satıcı kadın iğne oyalarından bahsediyor. Elazığ Arkeoloji
Müzesi’nde ve yemek yediğim restoranda örneklerini ve bilgi levhalarını
göreceğim daha sonra ama o anda vaktimin az olmasına hayıflanıyorum kadına
teşekkür ederken. Elazığ’ın sekizgen kasketlerini de unutmamalı bu arada. Ama iğne
oyaları benim için tam bir keşif bundan sonra alırken motifleri bilerek
alacağım diye düşünüyorum.
Canım babam Elaziz, Diyarbekir dediğinde ya da bazı kelimeleri
farklı söylediğinde içten içe merak ederdim. Samsun’daki Mecidiye Çarşısının ya da bizim
aile tarihimizde de önemli yeri olan Samsun’un ilk hastanesi Hamidiye Hastanesi’nin
padişah adlarıyla bağlantısını kurmam uzun zaman aldı desem… Canım babam 1920
doğumluydu, tabii ki eski isimlerini kullanıyordu.
Bir yandan Harput’un Elazığ’dan
daha çok mu bilindiğini düşünürken buluyorum kendimi. Hadi yola düşmeli. Tabelayla
birlikte restore edilmiş geleneksel ev karşılıyor gelenleri. Harput dar bir
alanda binlerce yılı barındıran yapılarıyla değişik geliyor bana. Urartular’ın
kartal yuvası kalelerinden birini görmek mutluluk verici. Tabii binlerce yıllık
bu kalenin ardında yani yükseğinde başka bir yapı görmek üzüyor insanı. Binlerce
yılı beş, on, yirmi yılla kirletmek…
Zihnimde Divriği, Van’da gördüğüm
Urartu kaleleri birleşiyor. Eski dönemde insanlar yüksek yerlerde yaşayıp
ovaları tarım için değerlendirmişleri çok akıllıca. Van’dan gözalabildiğince
uzanan ova çok hoşuma gitmişti, aynısı Harput’ta da var. Ama burada ovada
kurulan şehre bakıyorsunuz. Tarım Anadolu’yu terk ediyor maalesef. Kendine
yeten bir ülkeyken ithal ürünlere mahkum kalmak en az kale manzarasına yapılan
yeni binalar kadar acıtıyor!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder