Bir gece yarısı, zihnimde bıçak
keskinliğinde bir hisle kalakalıyorum. Biliyordum acıtacaktı, uyutmayacaktı,
karmakarışık olacaktım günlerce. Biliyordum… Ama bu kadar değildi beklediğim.
Bu kadar keskin, net ve sert ve derin!
Karşımda minicik bir kız çocuğu,
çok zeki, gözlerinin derinliğinde dünyayı biriktiren. Biran yazar, Firdevs’in
yanına teyple mi girdi diye düşünüyorum. Böylesine güçlü bir anlatımı Firdevs’e
yakıştırıyorum ama sonra Neval El Seddavi’nin tıp doktoru olduğunu ve
psikiyatriyle ilgili bir araştırma için hapishaneye gittiğini hatırlıyorum. O
küçücük kız çocuğunu almış, yeniden doğuruyor her seferinde. Yalnızca bebekken
her düştüğünde kaldıran annesinin
gözlerindeki ifadeyi her gördüğünde, o karanlığın içinden tekrar doğuyor
Firdevs. Önce İkbal’e sonra İbrahim’e annesine duyduğu bağlılığı hissediyordu
belki de…
Kalkıp çay demliyorum. Birazdan
güneş doğacak, sokağa ineceğim, hızla gelip geçen insanların arasında yol
bulacağım kendime. Nereye gittiğimi bileceğim, ne istediğimi de. Ve aklımda bir
cümle;
“yaşamayı toptan reddedişi,
ölümden zerre kadar korkmayışıydı.”Sh9
Bir insan neden yaşamayı
reddeder, ölümden zerre kadar korkmaz? Son zamanlarda zihnimde dönüp duran
sorulardan biri karşımdaydı işte! Sonra bir kahve molası, gözlerimi kapatıp
kalabalıktan gelen uğultuya kulak vereceğim. Adımları tanımaya, kalabalıkta
kimsenin dikkat etmediği yüzlerinden ruh hallerini anlamaya çalışacağım
insanların. Aklımda Firdevs’in sokaklardaki hali;
“Bir gün beni koca bir sopayla,
burnumla kulaklarımdan kan gelene kadar dövdü. Bu olaydan sonra evi terk ettim,
ama bu kez amcamın evine gitmedim. Çürümüş gözler, yara bere içinde bir yüzle
sokaklarda dolaştım; ancak kimse bana dikkat etmedi. İnsanlar, otobüslerde,
arabalarda ya da kaldırımlarda bir koşuşturmaca içindeydiler. Kör gibiydiler,
hiçbir şey görmüyorlardı sanki. Sokak önümde uçsuz bucaksız bir deniz gibi
uzanıyordu. Sulara fırlatılmış bir çakıl taşı gibiydim; dalgaların dövdüğü,
oraya buraya attığı, kıyıda bir yere bırakılmak üzere yuvarlanıp duran bir
çakıl taşı…”Sh53
Küçücük bir kız çocuğu, sünnet
olduktan sonra amca tacizi, sonra amca himayesi. Ve ülke çapında dereceyle
aldığı ortaokul diploması. Her seferinde kullanmak için çırpındığı diploması…
Nefesimi tüketen keskinlik arasında “Nil” kelimesini okuyorum. Nil Nehri! İrkiliyorum,
doğru ya hikaye Mısır’da geçiyor, oysa herhangi bir ülkede geçen bir hikaye bal
gibi! Bir kadın, taşrada ya da metropolde doğan her kadın işte! Aşağılanan, yok
sayılan, tecavüze uğrayıp, dayak yiyen, sokaklardaki ya da evlerdeki her kadın
olabilirdi Firdevs… Birbirine kazık atan, birbirini kullanmasını öğrenen her
kadın olabilirdi… Hayatı boyunca ayakta durma savaşı verirken, iktidar erkeklerin ikiyüzlülüğü, güç hırsı,
tarihin tekerrürü, Firdevs’le birlikte yazarı da tanımamı da sağlıyor. O
dönemde böylesine güçlü bir kalemi olan bir kadın yazarın diğer kitaplarını
merak ediyorum.
Gözlerimi kapatıyorum. Kitap
göğsümde, zihnimde keskin bir berraklık…
“Gözlerim yere çakılı, küçük
arabama bindim. Arabada kendimden, yaşamımdan, yalanlarımdan, korkularımdan
utandım. Sokaklar gezinen insanlarla, vitrinlere asılmış gazetelerle, bas bas
bağıran manşetlerle doluydu. Nereye gitsem her adımda yalanları görüyor,
çevrede gezinen iki yüzlülüğü izliyordum. Dünyayı ezip geçmek, bu yalanları
silmek istercesine var gücümle gaza bastım. Ama bir an sonra ayağımı hemen
çekip frene asıldım ve arabayı durdurdum.
O anda Firdevs’in benden çok daha
cesur olduğunu kavradım.”Sh 110
“Ama tanıdığım bütün erkekler ben de tek bir
istek uyandırdı: elimi kaldırıp yüzlerine okkalı bir şamar indirmek. Ama
korktuğum için elimi hiç kaldıramadım. Korkum bana bu hareketin çok zor
olduğunu düşündürüyordu. İlk kez elimi kaldırdığım ana kadar bu korkudan nasıl
kurtulacağımı bilmiyordum. Elimin bir kez aşağı yukarı hareket etmesi bu
korkuyu yok etti. Bunun çok kolay, sandığımdan daha kolay bir hareket olduğunu
kavradım. Artık ellerim, onların yüzüne şiddetli bir tokat indirmek için havaya
kalkabiliyordu. Elimin hareketi çok kolaylaştı, elimdeki her şey, göğse
saplayıp çıkardığım bıçak bile olsa bu, doğal bir rahatlıkla hareket
edebiliyordu. Ciğerlere dolup hissedilmeden boşalan havanın doğal rahatlığıyla
saplayıp çıkarabiliyordum onu. Şimdi de gerçeği hiç zorluk çekmeden
anlatıyordum. Çünkü gerçek kolay ve yalındır. Bu yalınlığın içinde de vahşi bir
güç yatar. Yaşamın vahşi, ilkel gerçeklerine ancak yıllar süren bir savaşımın
sonunda varabildim. Çünkü insanlar yaşamın yalın ama çirkin ve güçlü olan
gerçeklerine birkaç yıl içinde varamazlar pek. Gerçeğe ulaşmak, artık ölümden
korkmamak demektir. Her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret
gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirine benzer. Gerçekler de insanı öldürdüğü
için, ölüm gibidir. Ben bir insanı öldürdüğüm zaman, onu bıçakla değil,
gerçekle öldürdüm. Bu yüzden korkuyorlar; beni yok etmek için bu yüzden acele
ediyorlar. Bıçaktan korkmazlar. Onları korkutan gerçeğimdir. Bu korkutucu
gerçek bana büyük bir güç veriyor.” Sh.104-105
Arka Kapak
“Dünyanın herhangi bir köşesinde
herhangi bir kadın sıfır noktasında kıskıvrak bekliyor. Umutsuz, çaresiz,
ölümle yaşam arasındaki sınırda.
Neval El Seddavi, ölüm hücresinde
Mısırlı fahişe Firdevs’le konuşuyor, Firdevs’in anlattığı yaşam öyküsünü
aktarıyor bize. Bu dünyada kadın olmanın , hele bir “fahişe” olmanın ne anlama
gelebileceğini okuyoruz bu yaşam öyküsünde.
Sıfır noktası neresidir?
İlk kez 1987’de yayımladığımız
Sıfır Noktasındaki Kadın zamanın eskitemediği kitaplardan. Aradan geçen yıllar
içinde en çok okunan Metis kitaplarından biri oldu, bir klasik haline geldi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder