“Bir varmış, bir yokmuş…”
Çocukluğumuzdan beri dilimize tatlılıkla pelesenk olmuş dört kelime. Masalları
anımsatan, bir heves giriş yaptığımız cümleleri taçlandıran.
“Bir varmış, bir yokmuş.” Şimdi
söylerken gözlerimin dolduğu… Anlamının
ağırlığı omuzlarınıza çöktüğünde içinden çıkamayacağınız labirentlerde kaybolduğunuz…
Bir vardılar, bir yoklar… Ağır, gerçekten çok ağır… Yaşanan her şeyin bir gün
rüya gibi geleceğini, yaşananların ispatının olmayacağını, sevdiklerimizin bir
gün sadece hayalden ibaret olabileceğini anlatan dört kelime… Önemli olan
sadece şimdi! Geçmiş, gelecek şimdide saklı… Düşlenen ve gerçekleşmesi için
uğraşılan intikamsa hayal, geleceğe dair. Peki ya gerçekleştiğinde
hissettirdikleri… İntikam nasıl hissettirir sahi? Bir duygudan ötekine, surlar içindeki şehirler arasında bir dinden diğerine,
dağ eteklerine, tepelere, kırlara çıkıp dolaştığım nefis bir roman elimde.
Yer Kapadokya … Bu aralar en çok
ilgimi çeken yüzyıldayız. 13. yüzyılın sonlarında hatta 1294 yılı Ağustos
ayının son gününde çok şiddetli bir yağmurun getirdikleriyle gidiveriyoruz o
yüzyıla. Zaman Yeli’ndeki cesur ayaklanmadan elli yıl sonrayı gösteriyor
takvimler. Mevlana, Hacı Bektaşi Veli artık yok. Çift Aslansa kimi yerde
yüceltilirken kimi yerde uğursuz kabul ediliyor. Hıristiyanlıkta resim çizmenin
serbest olduğunu hatta okuma yazma bilmeyenler için önemli olayların bu şekilde
anlatıldığını biliyordum. Ama bu resimlerde olmazsa olmaz kurallar olduğunu
yeni öğrendim. Ve gizlice bir kiliseye çizilen çift aslanın yılları aşması ya
da kümbete yapılan güvercin gölgesinin getirdikleri… İç dünyanızı delip geçerek
sarsan bir kitap, o dönemin Anadolu’sunda yaşananlar hakkında bilgi veren… Tarihi
romanlarda kurgu bazen zayıf olabiliyor. Buradaysa tam tersi sürprizler
bekliyor ummadık bir şekilde. Buruk da olsa savrulup öylece kalakalıyorsunuz…
Böylesine bir çeşitliliğin harmanlanması, çekilen onca acı, dökülen onca kan …
Hepsi bir rüya… Bir vardık, bir yok olacağız hepimiz…
“İnsanın kemikleri ölmeden
birbiriyle vedalaşırmış” deyişi gözünün önüne geldikçe Stavro çocuklaşıyor,
mezarda karanlıklar içinde ayrışan bedeni düşünerek azap çekiyordu.
…….
Bunu söylese de inanamıyordu
Stavro. Anlıyordu ki, sayısız insanın yüzünde gördüğü ölüm, yaşayan kişiye bir
hayal gibi görünür. İnsan için yalnızca kendi varlığı diğerlerinden ayrı,
ölümsüz, sonsuz, temiz ve tiksinilmezdir. Başkalarının can kafesindeki ruh da
herkes gibi diğer ölümleri gözleyip kendini sonsuz, temiz, ölümsüz ve
tiksinilmez bulmuştur elbet. Fakat bu anladığı şeyi kendine uzak, pek de başına
gelmeyecek bir şey gibi görmüştür.
“Ne büyük bir yanılgı! İnsan
ölümün avucunda, haberi yok. Bilisiz olmak kesin, bilinç bir ara durak.
Ölüm,
doğmamış olmak gibi bir şey.” Sh 32-33
Arka Kapak
“Dünya büyük bir yalnızlık
diyarıydı, insan yalnızca kendisini bilmenin yalnızlığı içindeydi.”
Güvercine Ağıt, Gürsel Korat’ın
Zaman Yeli’nden sonra yazdığı ikinci Kapadokya odaklı roman. Bu hikayeye adım
attığımız andan itibaren 13. yüzyıl sonlarındaki çokkültürlü, çokdilli etnik
zenginliğin içinde dolaşıyoruz.Yazarın ayağını sıkıca bastığı İç Anadolu
coğrafyasında dervişler, keşişler, Moğol askerleri, Venedik tüccarları var.Dönemin
iktidar kavgası ise derinliğine kavranmış kişilerin ardındaki panoramada
görünüyor.
Bir “olumsuz kahraman” romanı bu:
Stavro, bütün kötülükleriyle ama bütün ruhsal açıklığı içinde gözümüzün önünde.
Bir adanmış kişilikler ve aşklar romanı aynı zamanda: Saruca Abdal ve Gülbeyaz
göz kamaştırıcı bir öyküyle belirgenleşiyor. Güvercine Ağıt, tutku cömertlik
romanı biraz da: Civan ile Şahmalika unutulmaz.
Güvercine Ağıt’ı saflığın ve
iyilikseverliğin romanı haline getiren Endüslü Tüccar Fazıl ile yol arkadaşı
Mihayıl, sözleri kulağımızda çınlayan Alitokuş, hırsıyla can sıkıcı Muhyiddin,
iyilik dolu Türkmen kocaları, hepsi bütün diğer karakterleriyle birleşiyor ve
zihnimizde koca bir destana dönüşüyor. Sarsıcı ve büyük bir destana…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder