Amin Maalouf, Lübnan’dan Fransa’ya
göç etmiş bir Arap, üstelik Hıristiyan. Kendisine sorulan nereli
hissediyorsunuz sorusuna her seferinde, açıklama yaparak cevap verdiğini
söylüyor kitabında. Çünkü iki ülkede de uzun süre yaşamış ve kişiliğinin
biçimlenmesinde ikisinin etkisini yadsımıyor. Hatta tam tersini insanların
kişiliklerini, aidiyetliklerinin oluşturduğunu, bir bütün olduğunu söylüyor.
Aklıma İzlanda’nın ada olduğu
için halkının DNAsının kimseyle karışmadığını iddia etmesi ya da İpek Yolundan
Avrupa’ya Cengiz Han DNAsının araştırılması geliyor. DNAmız bile bu kadar çeşitliyken, sürekli değişen
dünya düzeninde aitliklerimiz, bağlı olunan ülkeler değişirken hepsini
kucaklamaktan neden bahsedemiyoruz? Türkiye’den Almanya’ya göç eden
insanlarımız Türkiye’de Almancı, Almanya’da Türk olarak kabul edilmiyorlar mı?
Oysa her iki kimliklerini neden doyasıya kucaklamasınlar, farklılarını neden
yaşamasınlar diyor yazarımız. Cezayir’den Almanya’ya göç edenler için durum
farklı mı?
Kitapta Yugoslavya’yla ilgili çok
güzel bir örnek var. Soğuk Savaş döneminde Saraybosna’daki bir adam, Yugoslavım
derken, Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde yaşadığını ve Müslüman geleneği olan
bir aileden geldiğini ekliyor. On iki yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde
Müslüman olduğunu, Boşnak olduğunu söyleyerek, Yugoslav olduğunun
hatırlatılmasını istemezdi. Bugünse önce Boşnak sonra Müslüman olduğunu
söyleyip Avrupa Birliği’ne girmeyi istediklerini söylüyor. Tüm bu öğeler
kimliğinin birer parçası yani bir bütün olarak kimliğini oluşturuyor. Ancak
insan hangi aidiyeti daha çok saldırıya uğruyorsa kendini onunla tanımlamaya
meyilli ya da eğer bu aidiyeti savunacak gücü yoksa gizlemeyi tercih ediyor.
“Her yaralı toplumun içinde doğal
olarak önderler belirir. Öfkeli ya da hesapçı bu kişiler, yaralara merhem olan “sonuna
kadar gidelim” söylemleriyle ortaya çıkarlar. Bir hak olan saygıyı
karşıdakilerden dilenmemek gerektiğini, ama bunu onlara dayatmak gerektiğini
söylerler. Zafer ya da intikam sözü verir, zihinleri ateşler ve zaman zaman,
incinmiş kardeşlerinden bazılarının için için rüyalarına girmiş olabilecek aşırılıklardan da
yararlanırlar. Artık dekor hazırdır, savaş başlayabilir. Ne olursa olsun, “ötekiler”
bunu hak etmişlerdir, çok eski zamanlardan beri “bize çektirdikleri her şeyi” “bizler”
bir bir hatırlamaktayızdır. Bütün cinayetleri, bütün haksızlıkları, bütün
aşağılanmaları, bütün korkuları, isimleri, tarihleri, rakamları.” Sh 28
Dinler ve diller toplumların en
belirleyici öğeleri. Dillerin bir olması birlikte yaşamı sağlarken dinler için
aynı şey geçerli değil. Öte yandan dünya tek bir dile doğru mu gidiyor? Yakın
zamanda bir Fransız ve İtalyan aralarında İngilizce mi anlaşacaklar? Ülkeler,
kendi dillerine sahip çıkmak için çalışırken evrensel hale gelen dile de hakim
olmalı mı? Peki kendi dilimize nasıl sahip çıkabiliriz?
Öte yandan dünyada İslam’ın geri
kalmışlığı, terörü temsil etmesinin, Hıristiyanlığınsa demokrasinin savunucusu
halinden gelmesinin nedeni sürekli sorduğumuz kritik sorulardan. Kitapta dinlerin
halklara etkisinden çok halkların dinlere etkisini üzerinde durması çok etkileyici
geldi benim için. Hıristiyanlığın Ortaçağ’daki işleyişinin bugünkü halinden çok
farklı olduğu, toplum geliştikçe dinin de gelişebildiği hep bildiğim ama kelimelere
dökmediklerimden. İslam’ın ilk
dönemlerinde hatta birkaç yüzyıl öncesine kadar hoş görü dini olduğu,
devletlerin kendilerini güvende hissederken diğer dinlere ya da halklara yaşam
hakkı tanıdığını bilsem de, neden
Hıristiyanlık değil de İslam geri kaldı diye sormadan edemiyorum kendime?Bu sorunun cevabının Batı’nın
ileriye gidişine bağlıyor yazar ve milyonlarca spermden yalnızca birinin
başararak doğduğunu hatırlatarak anlatmaya çalışıyor. Yani kesin bir neden yok!
Öte yandan söz konusu modernlik
olduğunda bazı kavramlar gerçekten göreceli. Batının kendisine egemen olmak
istediğini düşünen doğu için batı; Avrupa, Amerika. Ama bir Fransız için Batı
ABD. ABDnin içindekiler içinse Anglo Saksonlar. Amerika’daki bir patlamayı
Müslümanların yaptığı düşünülürken AngloSaksonların yapması nedenleri gerçekten
düşündürücü. Kimliğini oluşturan öğeleri ilk öğrendiğimde çok şaşırdığım Amin
Maalouf elimden bırakamadığım hatta başucu kitabım olabilecek Ölümsüz Kimlikler’de
dünyanın belki de en büyük sorununa detaylarıyla değinmiş, çözümü ve
dilekleriyle… Mutlaka okuyun derim.
“Baştaki söylemime geri dönmek ve
her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için
parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini
doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik
dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes,
ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini,
etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.
Bunun yanı sıra, herkes kimliği
olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla
önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil
olma duygusunu.” Sh 132
Arka Kapak
“Bana içimin derinliklerinde ne
olduğum sorulduğunda, bunda herkesin ‘içinin derinliğinde’ ağır basan tek bir
aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin’ doğarken ebediyen belirlenen
ve artık değişmeyecek olan “öz”ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri
kalanın, bütün geri kalanın –özgür insan olarak katettiği yolun , benimsediği
inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının,
sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi.”
Kimlik, insanın zamanın içindeki
incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna.
Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de
çok yönlü ve saydam bir sorgulamanın eşliğinde, aynadaki görüntünün
tutulabileceğine işaret ediyor.
Ölümcül Kimlikler, dünyanın yeni
zamanlarında insanlığın küllerinden kuracağı düzenin temeline konan bilge bir
taş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder