13 Ağustos 2017 Pazar

Anılar, Düşler, Düşünceler - Carl Gustave Jung


“Annemin yokluğunu çok zor kaldırabildim. O günden sonra da, ‘sevgi’ sözcüğünü hep kuşkuyla karşıladım. Uzun bir süre ‘kadın’ sözcüğü de bana, doğal saydığım ‘güvenilmezi’ çağrıştırdı. Buna karşın ‘baba’ sözcüğü de ‘güvenilir’i ve güçsüzlüğü. Böyle bir olumsuzluktan yola çıktım. Daha sonraları, bu ilk izlenimler tersine döndü. Erkek arkadaşlarıma güvendim ve hayal kırıklığına uğradım. Kadınlara güvenmedim ama hayal kırıklığına da uğramadım.” Sh28

Oysa annesi uzun bir süre yaşamış. Çocukluğundaki bu ayrılığın kişiliğindeki etkisini anlatması çarpıcı ki bununla da kalmamış. Jung’tan bahsediyoruz, bir çağa damgasını vuran psikiyatristlerden biri olan bir bilim adamından. Nasıl başlayacağıma karar veremeyince birden bire konuya dalmak istedim. Jung, adını ilk kez Engin Geçtan kitaplarında okumuş, merak etmiştim. Biyografisini almak kaçınılmazdı. Okuyup sindirmek zaman alacaktı, yıllar sonra okuyunca da hala aynı şeyi düşünüyorum. Bazı şeyleri sindirmek, tam olarak içselleştirmek için biraz zaman ve karşılıklı okumalara ihtiyacım var. Çağa damgasını vurmuş bir psikiyatristten bahsediyoruz ne de olsa. Yaş almak, çok sevdiğim psikiyatri gibi konularda daha rahat ilerlememe yardımcı oldu. Kendimi, hatalarımı, olan ya da olmayanları içtenlikle  kabul etmeye başladığımda, bilinçdışımla bilincim el ele daha sakin yol almaya başladı. Yani derinlere dalmanın sakıncası yoktu artık. Derin, beni de derine çekip boğmaya çalışmıyor, her şeyi yüzeye çıkarıp anlamamı, öğrenmemi sağlıyor şimdilerde. Yaş almanın en güzel tarafı da bu olsa gerek diye düşünüyorum sıklıkla.


Jung gibi Freud’un en çok eleştirildiği zamanlarda arkasında duran ve zamanı geldiğinde fikir farklılıklarını da ortaya koyabilen bir adamın hikayesini merak ediyordum açıkçası. Tabii ki böyle bir psikiyatristin özgeçmişi de farklı olacaktı. Hayatını anlatırken çevresinde akan olaylardan çok bilinçdışı ve bilincine odaklanması, tecrübelerini paylaşması muhteşemdi. Yalnız büyüyen bir çocuk olarak farkındalıkları, daha çok kendine, hissettiklerine odaklanması kaçınılmaz. Burada üst düzey farkındalık seviyesi, bunu sorgulaması, dahi yanına giden yol sanırım. Çünkü o kadar küçük yaşta, din adamı babasını anlayabilen, dine kabul edilmesi töreninden tutun, çevresindeki insanların tavırlarına kadar inceleyebilmesi, felsefeye dalması inanılmaz geliyor insana. İri yarı, yetersiz bir öğrenci izlenimi verdiği gençliğini okurken kendi öğrencilik dönemime gittim. Ne çok çocuk, genç kalıplaşmış öğrenim kuralları arasında sıkışmıştı, insan şimdi şimdi fark edebiliyor. Ki bir de Jung’un yaşadığı dönemi düşünün, 19.yüzyılın sonları…

“Bir numaralı ve iki numaralı kişiliklerimin, yaşamım boyunca kendi içlerinde ve de karşılıklı sürdürdükleri oyunların günlük tıpta kullanılan “bölünmüşlük” ya da kopuklukla ilgilsi yok. Tam tersine, bu herkeste olan bir durumdur. Yaşamımda iki numaralı kişiliğim benim için her zaman ön planda oldu ve ondan bana ulaşmak isteyen her şeye her zaman açık olmaya çalıştım. İkinci kişilik tipiktir ama çok az kişi onu ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci, bunun onların bir parçası olduğunu anlayacak kadar gelişmemiştir.”Sayfa 65

Doğduğumuz toplumun kalıplarıyla büyürken kimi zaman belli belirsiz bir iç ses eşlik eder bize. Hele de başkaldıran, farklı sözleri olan biriysek, içimizdeki ses hiç susmaz. Dışarıdakinin baskınlığına izin vererek, ikinci kişiliği yok saymak ya da iki arasında sıkışıp kalmak yabancılaşmaya yol açmaz mı? Böylesine derinlere dalabilen bir yapısı varken, sıradanlıklarda kaybolup, göze batmamayı tercih etmiş Jung. Kendini özgürce ifade edebileceği alanı bulup, ayakları üzerinde bu alanla durabilmesine kadar sürmüş bu durum. Hayatı boyunca mesleğiyle ilgili denemeler yapmış ama en çok da kendinde. Sürekli okuyup, anlamaya çalışırken, hastalarını da kendini dinlediği gibi dinlemiş ve onları önemsediğini fark ettirmiş. Sonuçlar muhteşem… Öte yandan semboller, arkaik dönem inanışları gibi bilinçdışımızda zaten varolan konuları araştırıp, kitaplaştırması, kendi deneyimleri benim de doğru yolda olduğumu düşündürüp hoşuma gitti. Sıradışı bir özgeçmiş, bilinçten bilinçdışına, topluma, hastalara doğru kayan… Evet evet tabii ki tekrar okuyacağım…

“Ochwiay Biana (Dağ Gölü) , “Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bir bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri kırışıklıklardan değişmiş. Gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep bir şeyler arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep bir şeyler isterler ve her zaman huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. Bizce onlar deli,” dedi. Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. “Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar,” diye yanıtladı. Şaşırarak, “Tabii ki öyle yapacaklar,” dedim. “Siz neyle düşünürsünüz?” Kalbini göstererek, “Burasıyla,” dedi. Uzun süre düşünüp sustum. Yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti. O güne dek gördüklerim hep duygusal bir yaklaşımla güzelleştirilerek çizilmiş renkli resimlerdi. Kızılderili bizim en duyarlı noktamıza parmak basmış, körlükten göremediğimiz bir gerçeği dile getirmişti. İçimden ne olduğunu bilmeme karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu yükseldi ve o bulutun içinden ard arda resimler çıkmaya başladı. İlk  önce, Romalı askerlerin Galya kentlerini yakıp yıkmasını ve Sezar’ın, Scipio Aficanus’un ve Pompeyus’un keskin hatlarını gördüm. Roma Kartalı Kuzey Denizi’nde ve beyaz Nil’in kıyılarında dalgalanıyordu. Sonra, Aziz Augustinus’un Romalıların mızraklarına taktıkları Britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen, Şarlman’ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. Ardından da Haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını. Haçlılarla ilgili eski romantizmin anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı. Bunlarıi ateş, kılıç, işkence ve Hıristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları kabul ettikleri güneşin altında huzur içinde düşler kuran Puebloların bile üzerine giden Kolomb, Cortes ve başka fatihler izledi. Misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan Pasifik adaları halkları da.

Bunlar yetti de arttı bile. Bizim kolonizasyon, putperestlere misyon ve medeniyetin gelişmesi diye nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. Bu yüz, uzak yerlerde inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çapulcu denebilecek bir ırkın yüzüydü. Armalarımızı süsleyen tüm kartalların ve başka yırtıcı kuşların, psikolojik durumumuza çok uyan simgeler olduğunu düşündüm.”Sh 255-256 Kitap Adı: Anılar, Düşler, Düşünceler – Carl Gustav Jung

Arka Kapak;

“Çağımızın en ünlü düşünür ve psikiyatristlerinden Carl Gustav Jung, bu kitabın oluşmasına razı geldiğinde seksen yaşını geçmişti. Razı gelmek deyimi yadırganmamalı, çünkü Jung özel yaşamını ortaya sermekten hiç hoşlanmayan biriydi. Özgeçmişini yazması konusundaki bütün yaklaşımları geri çeviriyordu. Karar vermesi uzun sürdü, ama verince de kendini bu işe adadı. İki yılı aşkın bir süre Aniela Jaffe ile anıları üzerinde çalıştı. Yine de içi rahat değildi. “Bu malzemeyi bir ömür boyu korudum” diyordu. “Hiçbir zaman açıklamak istemedim. Buna da saldırırlarsa öbür kitaplarımdan çok daha fazla etkilenirim. Yalnızlıktan yeterince acı çektim. “Eyüb’e Yanıt’ bu denli gürültü kopardığına göre, anılarım daha beter tepki alacak. Bu özgeçmiş, bilimden edindiğim bilgilerin ışığında yaşamımın öyküsü. İkisi bir bütün. Yaşamım bir anlamda yazdıklarımın özünü değil. Tüm düşüncelerim ve çabalarım aynı zamanda ‘ben’im. Bu nedenle özgeçmişim, ‘ben’in yalnızca küçük bir parçası. Carl Gustav Jung’un yaşamının ilk yıllarından başlayarak son yıllarına kadar, Anıları, Düşleri, Düşünceleri, yirminci yüzyılın bu son derece önemli düşünür  ve psikiyatristinin ilginç ve bir o kadar da saklı kişiliğini olabildiğince ortaya koyması yanında, önce hayran olduğu sonra görüş ve kavram ayrılığına düştüğü büyük usta Sigmund Freud’la ilişkilerine ve onun kuramlarına ilişkin düşüncelerine de ışık tutuyor.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...