“Annemin yokluğunu çok zor
kaldırabildim. O günden sonra da, ‘sevgi’ sözcüğünü hep kuşkuyla karşıladım.
Uzun bir süre ‘kadın’ sözcüğü de bana, doğal saydığım ‘güvenilmezi’
çağrıştırdı. Buna karşın ‘baba’ sözcüğü de ‘güvenilir’i ve güçsüzlüğü. Böyle
bir olumsuzluktan yola çıktım. Daha sonraları, bu ilk izlenimler tersine döndü.
Erkek arkadaşlarıma güvendim ve hayal kırıklığına uğradım. Kadınlara güvenmedim
ama hayal kırıklığına da uğramadım.” Sh28
Oysa annesi uzun bir süre
yaşamış. Çocukluğundaki bu ayrılığın kişiliğindeki etkisini anlatması çarpıcı
ki bununla da kalmamış. Jung’tan bahsediyoruz, bir çağa damgasını vuran psikiyatristlerden
biri olan bir bilim adamından. Nasıl başlayacağıma karar veremeyince birden
bire konuya dalmak istedim. Jung, adını ilk kez Engin Geçtan kitaplarında
okumuş, merak etmiştim. Biyografisini almak kaçınılmazdı. Okuyup sindirmek
zaman alacaktı, yıllar sonra okuyunca da hala aynı şeyi düşünüyorum. Bazı şeyleri
sindirmek, tam olarak içselleştirmek için biraz zaman ve karşılıklı okumalara
ihtiyacım var. Çağa damgasını vurmuş bir psikiyatristten bahsediyoruz ne de
olsa. Yaş almak, çok sevdiğim psikiyatri gibi konularda daha rahat ilerlememe yardımcı
oldu. Kendimi, hatalarımı, olan ya da olmayanları içtenlikle kabul etmeye başladığımda, bilinçdışımla
bilincim el ele daha sakin yol almaya başladı. Yani derinlere dalmanın sakıncası
yoktu artık. Derin, beni de derine çekip boğmaya çalışmıyor, her şeyi yüzeye
çıkarıp anlamamı, öğrenmemi sağlıyor şimdilerde. Yaş almanın en güzel tarafı da
bu olsa gerek diye düşünüyorum sıklıkla.
Jung gibi Freud’un en çok
eleştirildiği zamanlarda arkasında duran ve zamanı geldiğinde fikir
farklılıklarını da ortaya koyabilen bir adamın hikayesini merak ediyordum
açıkçası. Tabii ki böyle bir psikiyatristin özgeçmişi de farklı olacaktı.
Hayatını anlatırken çevresinde akan olaylardan çok bilinçdışı ve bilincine
odaklanması, tecrübelerini paylaşması muhteşemdi. Yalnız büyüyen bir çocuk
olarak farkındalıkları, daha çok kendine, hissettiklerine odaklanması
kaçınılmaz. Burada üst düzey farkındalık seviyesi, bunu sorgulaması, dahi
yanına giden yol sanırım. Çünkü o kadar küçük yaşta, din adamı babasını anlayabilen,
dine kabul edilmesi töreninden tutun, çevresindeki insanların tavırlarına kadar
inceleyebilmesi, felsefeye dalması inanılmaz geliyor insana. İri yarı, yetersiz
bir öğrenci izlenimi verdiği gençliğini okurken kendi öğrencilik dönemime
gittim. Ne çok çocuk, genç kalıplaşmış öğrenim kuralları arasında sıkışmıştı,
insan şimdi şimdi fark edebiliyor. Ki bir de Jung’un yaşadığı dönemi düşünün,
19.yüzyılın sonları…
“Bir numaralı ve iki numaralı
kişiliklerimin, yaşamım boyunca kendi içlerinde ve de karşılıklı sürdürdükleri
oyunların günlük tıpta kullanılan “bölünmüşlük” ya da kopuklukla ilgilsi yok.
Tam tersine, bu herkeste olan bir durumdur. Yaşamımda iki numaralı kişiliğim
benim için her zaman ön planda oldu ve ondan bana ulaşmak isteyen her şeye her
zaman açık olmaya çalıştım. İkinci kişilik tipiktir ama çok az kişi onu
ayrımsayabilir çünkü çoğu kişinin bilinci, bunun onların bir parçası olduğunu
anlayacak kadar gelişmemiştir.”Sayfa 65
Doğduğumuz toplumun kalıplarıyla
büyürken kimi zaman belli belirsiz bir iç ses eşlik eder bize. Hele de
başkaldıran, farklı sözleri olan biriysek, içimizdeki ses hiç susmaz. Dışarıdakinin
baskınlığına izin vererek, ikinci kişiliği yok saymak ya da iki arasında
sıkışıp kalmak yabancılaşmaya yol açmaz mı? Böylesine derinlere dalabilen bir
yapısı varken, sıradanlıklarda kaybolup, göze batmamayı tercih etmiş Jung.
Kendini özgürce ifade edebileceği alanı bulup, ayakları üzerinde bu alanla
durabilmesine kadar sürmüş bu durum. Hayatı boyunca mesleğiyle ilgili denemeler
yapmış ama en çok da kendinde. Sürekli okuyup, anlamaya çalışırken, hastalarını
da kendini dinlediği gibi dinlemiş ve onları önemsediğini fark ettirmiş.
Sonuçlar muhteşem… Öte yandan semboller, arkaik dönem inanışları gibi
bilinçdışımızda zaten varolan konuları araştırıp, kitaplaştırması, kendi
deneyimleri benim de doğru yolda olduğumu düşündürüp hoşuma gitti. Sıradışı bir
özgeçmiş, bilinçten bilinçdışına, topluma, hastalara doğru kayan… Evet evet
tabii ki tekrar okuyacağım…
“Ochwiay Biana (Dağ Gölü) ,
“Beyazların ne denli acımasız göründüklerine bir bak! Dudakları ince, burunları
da sivri. Yüzleri kırışıklıklardan değişmiş. Gözlerinden arayış içinde
oldukları anlaşılıyor. Hep bir şeyler arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar
hep bir şeyler isterler ve her zaman huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde
olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. Bizce onlar deli,” dedi.
Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. “Kafalarıyla
düşündüklerini söylüyorlar,” diye yanıtladı. Şaşırarak, “Tabii ki öyle
yapacaklar,” dedim. “Siz neyle düşünürsünüz?” Kalbini göstererek, “Burasıyla,”
dedi. Uzun süre düşünüp sustum. Yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz
adamın resmini çizmişti. O güne dek gördüklerim hep duygusal bir yaklaşımla
güzelleştirilerek çizilmiş renkli resimlerdi. Kızılderili bizim en duyarlı
noktamıza parmak basmış, körlükten göremediğimiz bir gerçeği dile getirmişti.
İçimden ne olduğunu bilmeme karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu
yükseldi ve o bulutun içinden ard arda resimler çıkmaya başladı. İlk önce, Romalı askerlerin Galya kentlerini
yakıp yıkmasını ve Sezar’ın, Scipio Aficanus’un ve Pompeyus’un keskin hatlarını
gördüm. Roma Kartalı Kuzey Denizi’nde ve beyaz Nil’in kıyılarında
dalgalanıyordu. Sonra, Aziz Augustinus’un Romalıların mızraklarına taktıkları
Britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen,
Şarlman’ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. Ardından da
Haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını. Haçlılarla ilgili eski romantizmin
anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı. Bunlarıi ateş, kılıç, işkence ve
Hıristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları kabul ettikleri güneşin altında
huzur içinde düşler kuran Puebloların bile üzerine giden Kolomb, Cortes ve
başka fatihler izledi. Misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden
geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan Pasifik adaları halkları
da.
Bunlar yetti de arttı bile. Bizim
kolonizasyon, putperestlere misyon ve medeniyetin gelişmesi diye
nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. Bu yüz, uzak yerlerde
inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çapulcu denebilecek bir ırkın
yüzüydü. Armalarımızı süsleyen tüm kartalların ve başka yırtıcı kuşların,
psikolojik durumumuza çok uyan simgeler olduğunu düşündüm.”Sh 255-256 Kitap
Adı: Anılar, Düşler, Düşünceler – Carl Gustav Jung
Arka Kapak;
“Çağımızın en ünlü düşünür ve
psikiyatristlerinden Carl Gustav Jung, bu kitabın oluşmasına razı geldiğinde
seksen yaşını geçmişti. Razı gelmek deyimi yadırganmamalı, çünkü Jung özel
yaşamını ortaya sermekten hiç hoşlanmayan biriydi. Özgeçmişini yazması
konusundaki bütün yaklaşımları geri çeviriyordu. Karar vermesi uzun sürdü, ama
verince de kendini bu işe adadı. İki yılı aşkın bir süre Aniela Jaffe ile
anıları üzerinde çalıştı. Yine de içi rahat değildi. “Bu malzemeyi bir ömür
boyu korudum” diyordu. “Hiçbir zaman açıklamak istemedim. Buna da saldırırlarsa
öbür kitaplarımdan çok daha fazla etkilenirim. Yalnızlıktan yeterince acı
çektim. “Eyüb’e Yanıt’ bu denli gürültü kopardığına göre, anılarım daha beter
tepki alacak. Bu özgeçmiş, bilimden edindiğim bilgilerin ışığında yaşamımın
öyküsü. İkisi bir bütün. Yaşamım bir anlamda yazdıklarımın özünü değil. Tüm düşüncelerim
ve çabalarım aynı zamanda ‘ben’im. Bu nedenle özgeçmişim, ‘ben’in yalnızca küçük
bir parçası. Carl Gustav Jung’un yaşamının ilk yıllarından başlayarak son
yıllarına kadar, Anıları, Düşleri, Düşünceleri, yirminci yüzyılın bu son derece
önemli düşünür ve psikiyatristinin
ilginç ve bir o kadar da saklı kişiliğini olabildiğince ortaya koyması yanında,
önce hayran olduğu sonra görüş ve kavram ayrılığına düştüğü büyük usta Sigmund Freud’la
ilişkilerine ve onun kuramlarına ilişkin düşüncelerine de ışık tutuyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder