İlk defa bir kitabı elime
aldığımda, başka bir romana başlıyormuşum gibi hissettim. Sanki elimde Kürk
Mantolu Madonna vardı ve bir insanın gizlerini takip edecektim. Öte yandan İstanbul,
Lübnan, Fransa derken yazarın köklerine dair verdiği ipuçlarını merak
ediyordum. Amin Maalouf, her ne kadar
Fransız Akademisi’ne kabul konuşmasında, Lübnan’ın Fransa sömürgesi olduğu
dönemi çok üstelemese de farklı bakış açısıyla tarih romanları konusunda çok
şey öğrendiklerimdendi.
“Fransa gerçekten Milletler Cemiyeti adına bir
manda gücü olduysa da, bu yalnızca kısa bir dönem, 1918’den 1943’e dek,
yalnızca yirmi beş yıl sürdü.”*
Bu bir kibarlık mıydı? Kaldı ki uzun
yıllar yaşadığı, diliyle kitaplarını yazdığı, ait hissettiği ülkelerden biri
olduğu için Fransa’yı es geçmesini normal kabul edebilirdim. Ve yukarıdaki cümlenin devamında
yazdıklarından, I. François’nın Doğu Hıristiyanlarını korumak adına Osmanlı’ya
yaklaşarak, Viyana kuşatmasını tetiklemesi çok ilginç gelmişti. Bu durum o an için
tehlike arz etmeyen düşmanla bir nevi işbirliğiydi.
Siyaset, politika ve iktidara
dair, en önemlisi de o küçücük Ortadoğu’da akması bir türlü dinmeyen kana dair
söylenecek ne çok söz var biliyorum. Ama öncelik geçen yüzyılın başında İstanbul’dan
Adana’ya, Lübnan’a ve Paris’e doğru uzanan bir yolculuk olsun. Babası tarafından
adı İsyan konulan genç adamın yolculuğu….
İstanbul’da babasının intiharıyla
aklını kaybeden genç kızın, kendinden büyük bir doktorla evlenerek güneye Adana’ya
gitmesiyle başlar her şey. Ve dünya savaşları yaklaşırken olacakların habercisi
isyanlara kadar gider. Bir coğrafyada suküneti, maddiyatın sağladığını
düşünüyorum. Yani halk refah içindeyse başkaldırır mı sizce? Haçlı
Seferlerinden tutun Dünya Savaşları’na Osmanlı’nın Ortadoğu’da tam hakim
olamayışına kadar bir çok konu maddiyatla açıklanabilir. Aksi halde azınlık
çoğunluğun tehdidi altındadır her daim. Bunun en kolay kışkırtılma yolu da
dinler ya da ırklardan geçer maalesef. Yüzyıllarca süren Yahudi göçlerine,
ülkelerden sürülmelerine dair bilgim olsa da Ermenilerle ilgili bildiklerim son
birkaç yıla yayılıyor. Özellikle Anadolu’da Ermenilerin konumu, resmi
tarihimizde pek de bahsedilmeyen bir konu. Göçlerle, sürgünlerle, ölümlerle
sonuçlanan yüzyıllar, kanayan ve bir türlü kan kaybı durdurulamayan bir dünya…
“Evet, kelimenin tam anlamıyla
hem Müslüman, hem Yahudi! Babası olarak ben en azından kağıt üzerinde Müslüman’ım;
annesi de teorik olarak Yahudi. Bizde din, babadan geçer; Yahudilerde ise
anneden. Dolayısıyla Nadya, Müslümanların gözünde Müslüman, Yahudilerin gözünde
Yahudi’ydi; kendi gözünde ise ikisinden birinde karar kılabilir ya da hiçbirini
seçmeyebilirdi; o ise ikisini birden taşımaya karar vermişti… Evet, ikisini
birden ve daha birçok şeyi. Ona kadar inen soy çizgileriyle, Orta Asya’dan,
Anadolu’dan, Ukrayna’dan, Arabistan’dan Besarabya’dan Ermenistan’dan, Bavyera’dan
geçen fetih ve firar yollarıyla gurur duyuyordu… Kanının damlalarını, ruhunun
zerrelerini bölüp parçalamaya hiç niyeti yoktu!” Sh. 157
“Siz sürgünden önce sürülmenin ne
demek olduğunu bilen, hiçbir imparatorluğun sonsuz, hiçbir servetin kesin
olmadığından emin birine dönüştürmüşler. Bir toprağa aşırı kök salmak ile
hiçbir bağın kalıcı olmadığı bilincinin karışımı aslında sizi atanız olmayan o
haydut beylere yaklaştırıyor.
‘Dağ’, diyorsunuz ‘ötekilerin
olmadığı gibi onların da değildi; oraya sonradan yerleşmişlerdi; yalnızca bir
sığınak, çok değerli saygınlıkları için bir mücevher sandığıydı burası; bu
nedenle günü gelir, onu kanlarıyla sulayabilirler, ama ertesi gün, hiç
hayıflanmadan terk edip gidebilirlerdi.” Sh 38 Fransız Akademisi’ne Kabul Konuşması
Sh.10 Fransız Akademisi’ne Kabul Konuşması
– Amin Maalouf
Arka Kapak
“Adana’da ayaklanmalar olmuştu.
Ahali, Ermeni mahallesini talan etmişti. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta
olacakların bir provası. Ama bu kadarı bile korkunçtu. Yüzlerce ölü. Belki de
binlerce. Nubar’ınki de dahil, sayısız ev yakılmıştı. Ama Nubar şimdi ender
rastlanan Arsione adındaki karısı, on yaşındaki kızları ve dört yaşındaki
oğullarıyla birlikte kaçmayı başarmıştı.”
Can çekişen Osmanlı İmparatorluğu
ve Beyrut ile Fransa arasında yaşamı sürüklenen İsyan. Doğu’nun Limanları bu
yüzyılın başını, bir insanın trajik öyküsünün içinden anlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder