19 Kasım 2017 Pazar

“Aslında…” - Ercan Kesal


Gümüşhane’de hastanenin önünde durmuş çevreye bakarken bir an çıplak kayalarıyla yükselen dağa takıldı gözüm. Sudan besleniyordum ben sürekli. Suda kıyısı olan bir şehirde doğmuş, suyla komşu şehirlerde yaşamış, içinden nehirler geçen şehirlere aşık olmuştum. Böylesine sarp ve çorak bir dağın içimdeki yansımasıyla burun buruna kalmanın hissettirdiği o duygu çok garipti. Tüm hayatımı orada geçirebileceğim hissi… Yerlerin değil, birlikte olunan insanların önemli olduğunu düşünsem de, bulunduğum yerlere kolayca alışabilsem de bozkırda hiç yaşamamıştım. Bir çıkmazdaymışım gibi hissedebilir miydim?

Karaca mağarasına çıkarken aşağıdaki dik uçurum, sarp kayalar baş döndürücüydü. Bazen, bazı yerlerde gelişen tarikatların nasıl bu kadar güçlü olabildiklerini anlayıveriyorsunuz bir anda. O muhteşem mağaradaki doğa mucizesine tanık olmak başka bir şey. Böylesine çorak ve dağlık bir alanda insanın içinde gelişen tefekkür ve maneviyatı anlatıyordu sanki burası.  Kendi içinizdeki güzellikleri keşfetmek… İnsan, doğanın parçası, doğanın yansıması değil miydi zaten?


Bozkırda yaşamış, bozkıra, insana, sanata sevdalı bir hekimle tanıştım son zamanlarda. Adını sürekli duyduğum, efsunlu bir isim olduğunu düşündüğüm Peri Gazoz’unu biliyordum ama okumamıştım. Ta ki yazarının hekim hatta psikiyatrist olduğunu öğrenene kadar. Hele de söyleşi kitabına rastlamışsam kim tutardı artık beni. Ercan Kesal’la yapılan söyleşileri okurken, her seferinde başka türlü söylenen cümleleri okumak çok iyi geldi. Galiba en güzeli böyle yaratıcı, hayat aşığı insanlardan ilham alabilmek. Söyleşilerde eserlerini sevdiğimiz insanları tanırken, onların hayran oldukları, benimsedikleriyle de tanışıyoruz ve farklı perspektifler kazanabiliyoruz. Böyle beslenmeye bayılıyorum sanırım. Öte yandan uzunca bir süredir müzikten uzaklaşmışken son dönemde yeniden yakaladığım nefis bağı genişletmek çok hoşuma gidiyor. Ama sinema hiçbir zaman ilgi odağım olmadı maalesef. Olmalı mı bilmiyorum. Aile aktivitesinden öteye gidemedi.  Bu kitabı okurken başka bir dünyaya gittim. Çok ilgilendiğim insan doğasını işleyen filmlerle daha çok ilgilenebilirim sanırım. Çektiğim fotoğraflara ustalardan yansıtabileceğim filizlerin içimde gelişebilmesi için daha çok sinema seyretmeliyim diye düşündüğüm anlar oldu. Sinemadan kastım yazarın “arthouse” dedikleri tabii ki…

Söyleşiler öyle güzel düzenlenmiş ki sürekli aynı konulardan bahsedilmesine rağmen her seferinde başka ve yeni bir şey okuyormuşsunuz hissiyle devam ediyorsunuz. Bu da yazarın derinliğiyle alakalı olmalı diye düşünüyorum. Yazar mı demeliyim sadece, oyuncu, hekim… Onunla benzer yerlerde yaşayan, görev yapan birçok meslektaşı olmasına rağmen içselleştirdiği olayları yıllar sonra yazabilmesi hatta film çekmek için gittikleri kasabada onca yıl sonra “sen yaparsan iyi yaparsın” sözleriyle karşılanması, yalnız mesleğiyle değil insan olarak da kendisini ne kadar sevdirdiğinin bir göstergesi olmalı…

İnsanı, insan sevgisini, samimiyeti, onuru, utanma duysuna sahip çıkmayı hayatının merkezine koyabilen, hayat aşığı böylesine güzel bir insanın kitaplarıyla yepyeni bir yolculuk önümde öğreneceğim çok şey var biliyorum… Hala okumadıysanız hadi gelin siz de, ama önce bu nefis söyleşi kitabını okuyun derim.

Arka Kapak

Tüm yapıp ettiklerimizle aramızdaki mesafe, aslında bunların yarattığı iktidarın ne kadarından vazgeçebileceğimizin mesafesidir.

Hayat aslında kalabalıkmış gibi görünüyor ama çok izole yaşıyoruz ve yalnızız.

Her şeyden haberdarmışız gibi davranıyoruz ama çok da yalnız ve çaresiziz aslında.

Biz İstanbul’da küçük kasabalarda, küçük şehirlerde yaşıyoruz aslında.

Aslında hatırlamak, ayıklamaktır.

Belleği diri tutmak da ahlaki bir seçim aslında.

Utanmayı kaybetmek aslında kişinin kendine olan saygısını kaybetmesidir.

Kendi yaşadıklarımızı, “Ben olsaydım ne yapardım?” sorusunun cevaplarından, başkalarından duyduklarımızı “Benim başıma gelseydi ne olurdu?” üzerinden kuruyoruz aslında.

Aslında her metnin “ebesi” de şiirdir.

Bizim sesimiz aslında yaşadığımız coğrafyanın, kişisel ve toplumsal tarihimizin ve belleğimizin bize bağışladığı bir “tını”dır.

Aslında yazmıyorum da bir şey çekip izletiyorum gibi.

Aslında klasik diye adlandırdığımız bütün yönetmenlerin bir sinema felsefecisi gibi yaşadıklarını söyleyebiliriz.

Aslında, iyilik kendiliğinden ve istenmeden vermek değil midir?

“Sinemanın atına binmiş, edebiyatı kırbaç yapmış” bir yazarla söyleşiler… Hekim sıfatıyla hastalarının, yazarlığıyla Anadolu’nun sır katibi olan Ercan Kesal, edebiyatla ilgili, eserleriyle ilgili, taşrayla ilgili, memleketle ilgili, hal-i pürmelalimizle ilgili, taşrayla ilgili, insan halleriyle ilgili, umut ve direnişle ilgili, ahlakla ve vicdanla ilgili, sinemayla ilgili sohbet ediyor bizimle.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...