22 Kasım 2017 Çarşamba

İnsanın Düşünmekten Can Yanar mı? - Nevşin Mengü



Doğu Kudüs’te görece iyi bir otelde olduğunuzu düşünün. Yemek salonunda yemek yemek için yer bakıyorsunuz. Bir karmaşa… Açık büfeye yemekler tam gelmemiş, gelenler bitmiş, kimin nereye oturacağı belli değil. Bulduğun yere oturuyorsun, ne bulursan yiyorsun işte… Çatıdan manzara için yukarıya çıkıyorsun sonra, merak ederek... Orada gayet hoş bir salon, oturup bir kahve içmek ve açık büfedeki tatlılardan yemek istiyorsun ve kabaca gönderiliyorsun aşağı. Avrupalılara ait bir salonda yemesi yasak Türklerin! Sonra otel çalışanlarından birileri İngilizce konuşmanıza şaşırıyor. Arapların ağırlıklı yaşadığı Doğu Kudüs’te bunları yaşamamış olsanız ve birileri anlatmış olsa inanmazsınız muhtemelen. Hele de Türkiye’nin “nezih” bölümlerinde yaşayanlardansanız…


Sırça köşklerimizde bazı şeyler vız gelir, tırıs gider… Gözlerimizle görünceye hatta yaşayıncaya kadar… Kimi zaman olan olmuştur bir şeyleri anlayıncaya kadar… Tıpkı 1979’da Şahın devrilerek yerine Humeyni’nin geldiğinde olanlar gibi… İran’a gitmeden önce okuduğum Nobel Barış Ödüllü Şirin Ebadi  İran Uyanıyor’da anlatmış neler olduğunu. Persepolis’leyse bir çocuğun büyürken, gençken yaşadıkları aklımda, üzüntü ve dehşet içinde yola çıktım.  İran’dan iki kadının okuduktan sonra Şafak Pavey’le daha da artmıştı dehşet halim… Tabii ki orada gördüklerim yaşadıklarım turistlere dairdi. İsfahan gibi nefis bir şehri, masal diyarı gibi göstermek bir projeydi ve bayılmıştım. Turistlere dokunmuyorlardı, en azından o dönemde biraz daha yumuşamıştı belki bazı şeyler… Tahran’da Azadi Anıtı’na giden bir geçidi kadınların sanatla ilgili çalışmaları için ayırmış mesela belediye. Bu da bir göz boyamaydı biliyorum gene de bir şeydi okuduğum onca korkunç şeyden sonra. Meşhed’de İmam Rıza türbesinde örtüm için bir kadın uyarmıştı beni ama aynı şey Konya’da Mevlana türbesinin bahçesinde de olmuştu. Girişte Müslüman olup olmadığımız sorulmuştu ama Fas’ta II. Hasan Camiisi’nde de başıma gelmişti aynı şey. İsfahan’da bir kitapçıda Küçük Prens’in Farsçasını görünce çocuklar gibi sevinişim ya da Şahname’nin sergilenişi, müzelerde Şahname’den bölümleri anlatan minyatürler… İnsanların tarihle, edebiyatla ilgili halleri. Hafız’ın, Firdevsi’nin türbelerinin kalabalıklar tarafından ziyaret edilmesini görmek beklemediğim bir şeydi. Toplum kapalıydı, ambargo kalkınca Rusya’da olduğu gibi durumun farklılaşacağını düşünsem de gelenekler diyordum içten içe umut ederek… Kadınların sokaklarda, erkekler geçerken arkalarını dönerek çömelerek yere oturmalarının Anadolu’da da olduğunun anlatılması ya da sinemasından iz bırakan filmleriyle İran aklımda yer etmişti işte…

Yıllar sonra elimde Nevşin Mengü’nün kitabı ve bir milat olarak anlattığı 2009 seçimlerinden sonra yaşadıklarından bahsediyor… Turist olarak İran’dan büyülenmiştim evet (ve tekrar gitmeyi çok istiyorum) Bu kitapla birlikte fark ettiğim şey İran’la ilgili, erkeklerin ve kadınların bakış açılarının farklı olmasıydı sanırım. Erkekler kitaplardan, gazetelerden, filmlerden, entelektüel kesimin bilgisinden, tarihi eserlerin korunmasından bahsedebiliyorlardı çatır çatır ama kadınların yaşadıklarına kimse değinmiyordu. Kadınlardan başka… İran’la ilgili okuduğum kitapların hep kadınlara ait olduğunu fark ettim. Kitapta bahsedilen paranın iktidarın tekelinde olması, akrabalık ilişkilerinin getirileri, medya, seçimler, yolsuzlukların ortaya çıkması, ev hapislerinin nedeni, Tahran’ın kuzeyi ve güneyindeki farklılıklar, ev partilerinin durumu, ulemanın gençlere geçici evlilik belgesi verilmesi, insanların kaybolması, baskınlar, işkenceler kısaca ağır baskı altında yaşamanın getirdikleri bir nebze bildiğimiz, yabancı gelmeyen şeyler belki de… Yaşamanın çok ağır olduğu, çok ama çok ağır bedellerin ödendiği, kaçabilenin kaçtığı halde ülkesini zihninden atamadığı bir dünyadan bahseden bir kitap daha vardı elimde… 

Sahi baskı rejimleri usul usul mu gelir, insanların beklemedikleri anda birden bire mi ortaya çıkar? Ambargodan bıkmış, yasaklarla yaşamaktan tükenmiş bir halk ne kadar dayanabilir? Gençlerin neler yapabileceği kontrol edilebilir mi? Sahi umut var mıdır her şeye rağmen… Çok fazla şey var aklımda… Düşünürken canım yanıyor… Olanlar, olabilecekler bir bıçak gibi saplanıyor zihnime…

“Beden politikası çalışan herkes az çok biliyor, sistemler, siyasetler, rejimler kadın bedeni üzerinden kendini gerçekleştiriyor, kadın bedeni üzerinden söyleyeceğini söylemeyi çok seviyor. Kadını sadece anneliği hapsediyor ya da sahaya sürüyor asker yapıyor; giydiriyor soyduruyor. Ve fakat işleyişi anlamak yanlışları meşrulaştırmamalı. Yanlış ve doğru bazen sanıldığı kadar göreli de değil, gün gibi açık ortada.” Sayfa 103

Arka Kapak

Nevşin Mengü’den zülfiyare dokunan bir kitap.

İlk kitap.

Bu kitabın yazarını televizyon ekranından tanıyoruz. Sözünü sakınmaya, dobra dobra konuşan, gazetecilik geleneğinin hakkını vermeye çalışan biri Mengü. Burada bu kitapta da aslında tüm bunları beraber yapıyor: Sözünü sakınmıyor, kitapta bahsettiği insanların çoğuyla ve okuyucusuyla dobra dobra konuşuyor, gazetecilik geleneğinin hakkını vermeye çalışıyor.
2009 yılında, genç bir muhabir İran’a giderse neler olur? Dahası, 2009 yılında genç bir muhabir olan Nevşin Mengü İran’a giderse neler olur? Gazetecilik yapar ve bir yandan gördüklerini, hissettiklerini, yaşadıklarını kaydeder. Ortaya bu “anlatı” çıkar.
İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı? Hassas zamanların kitabı. Hassas adeta sıradanlaştırmış bir ülkenin gazetecisinden, komşu ülkeye bakan bir kitap.

“İyiler yine kaybetti İran’da. Hep öyle olmuyor mu? Burada ya da orada…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...