Doğu Kudüs’te görece iyi bir
otelde olduğunuzu düşünün. Yemek salonunda yemek yemek için yer bakıyorsunuz.
Bir karmaşa… Açık büfeye yemekler tam gelmemiş, gelenler bitmiş, kimin nereye
oturacağı belli değil. Bulduğun yere oturuyorsun, ne bulursan yiyorsun işte… Çatıdan
manzara için yukarıya çıkıyorsun sonra, merak ederek... Orada gayet hoş bir
salon, oturup bir kahve içmek ve açık büfedeki tatlılardan yemek istiyorsun ve
kabaca gönderiliyorsun aşağı. Avrupalılara ait bir salonda yemesi yasak
Türklerin! Sonra otel çalışanlarından birileri İngilizce konuşmanıza şaşırıyor.
Arapların ağırlıklı yaşadığı Doğu Kudüs’te bunları yaşamamış olsanız ve
birileri anlatmış olsa inanmazsınız muhtemelen. Hele de Türkiye’nin “nezih”
bölümlerinde yaşayanlardansanız…
Sırça köşklerimizde bazı şeyler
vız gelir, tırıs gider… Gözlerimizle görünceye hatta yaşayıncaya kadar… Kimi
zaman olan olmuştur bir şeyleri anlayıncaya kadar… Tıpkı 1979’da Şahın
devrilerek yerine Humeyni’nin geldiğinde olanlar gibi… İran’a gitmeden önce
okuduğum Nobel Barış Ödüllü Şirin Ebadi İran Uyanıyor’da anlatmış neler olduğunu. Persepolis’leyse
bir çocuğun büyürken, gençken yaşadıkları aklımda, üzüntü ve dehşet içinde yola
çıktım. İran’dan iki kadının okuduktan
sonra Şafak Pavey’le daha da artmıştı dehşet halim… Tabii ki orada gördüklerim
yaşadıklarım turistlere dairdi. İsfahan gibi nefis bir şehri, masal diyarı gibi
göstermek bir projeydi ve bayılmıştım. Turistlere dokunmuyorlardı, en azından o
dönemde biraz daha yumuşamıştı belki bazı şeyler… Tahran’da Azadi Anıtı’na
giden bir geçidi kadınların sanatla ilgili çalışmaları için ayırmış mesela
belediye. Bu da bir göz boyamaydı biliyorum gene de bir şeydi okuduğum onca
korkunç şeyden sonra. Meşhed’de İmam Rıza türbesinde örtüm için bir kadın
uyarmıştı beni ama aynı şey Konya’da Mevlana türbesinin bahçesinde de olmuştu. Girişte
Müslüman olup olmadığımız sorulmuştu ama Fas’ta II. Hasan Camiisi’nde de başıma
gelmişti aynı şey. İsfahan’da bir kitapçıda Küçük Prens’in Farsçasını görünce
çocuklar gibi sevinişim ya da Şahname’nin sergilenişi, müzelerde Şahname’den
bölümleri anlatan minyatürler… İnsanların tarihle, edebiyatla ilgili halleri. Hafız’ın,
Firdevsi’nin türbelerinin kalabalıklar tarafından ziyaret edilmesini görmek beklemediğim
bir şeydi. Toplum kapalıydı, ambargo kalkınca Rusya’da olduğu gibi durumun
farklılaşacağını düşünsem de gelenekler diyordum içten içe umut ederek… Kadınların
sokaklarda, erkekler geçerken arkalarını dönerek çömelerek yere oturmalarının
Anadolu’da da olduğunun anlatılması ya da sinemasından iz bırakan filmleriyle
İran aklımda yer etmişti işte…
Yıllar sonra elimde Nevşin Mengü’nün
kitabı ve bir milat olarak anlattığı 2009 seçimlerinden sonra yaşadıklarından bahsediyor…
Turist olarak İran’dan büyülenmiştim evet (ve tekrar gitmeyi çok istiyorum) Bu kitapla birlikte fark ettiğim şey
İran’la ilgili, erkeklerin ve kadınların bakış açılarının farklı olmasıydı
sanırım. Erkekler kitaplardan, gazetelerden, filmlerden, entelektüel kesimin
bilgisinden, tarihi eserlerin korunmasından bahsedebiliyorlardı çatır çatır ama
kadınların yaşadıklarına kimse değinmiyordu. Kadınlardan başka… İran’la ilgili
okuduğum kitapların hep kadınlara ait olduğunu fark ettim. Kitapta bahsedilen
paranın iktidarın tekelinde olması, akrabalık ilişkilerinin getirileri, medya, seçimler,
yolsuzlukların ortaya çıkması, ev hapislerinin nedeni, Tahran’ın kuzeyi ve
güneyindeki farklılıklar, ev partilerinin durumu, ulemanın gençlere geçici
evlilik belgesi verilmesi, insanların kaybolması, baskınlar, işkenceler kısaca
ağır baskı altında yaşamanın getirdikleri bir nebze bildiğimiz, yabancı gelmeyen
şeyler belki de… Yaşamanın çok ağır olduğu, çok ama çok ağır bedellerin
ödendiği, kaçabilenin kaçtığı halde ülkesini zihninden atamadığı bir dünyadan
bahseden bir kitap daha vardı elimde…
Sahi baskı rejimleri usul usul mu gelir,
insanların beklemedikleri anda birden bire mi ortaya çıkar? Ambargodan
bıkmış, yasaklarla yaşamaktan tükenmiş bir halk ne kadar dayanabilir? Gençlerin neler yapabileceği kontrol edilebilir mi? Sahi umut var
mıdır her şeye rağmen… Çok fazla şey var aklımda… Düşünürken canım yanıyor…
Olanlar, olabilecekler bir bıçak gibi saplanıyor zihnime…
“Beden politikası çalışan herkes
az çok biliyor, sistemler, siyasetler, rejimler kadın bedeni üzerinden kendini
gerçekleştiriyor, kadın bedeni üzerinden söyleyeceğini söylemeyi çok seviyor. Kadını
sadece anneliği hapsediyor ya da sahaya sürüyor asker yapıyor; giydiriyor
soyduruyor. Ve fakat işleyişi anlamak yanlışları meşrulaştırmamalı. Yanlış ve
doğru bazen sanıldığı kadar göreli de değil, gün gibi açık ortada.” Sayfa 103
Arka Kapak
Nevşin Mengü’den zülfiyare
dokunan bir kitap.
İlk kitap.
Bu kitabın yazarını televizyon
ekranından tanıyoruz. Sözünü sakınmaya, dobra dobra konuşan, gazetecilik
geleneğinin hakkını vermeye çalışan biri Mengü. Burada bu kitapta da aslında
tüm bunları beraber yapıyor: Sözünü sakınmıyor, kitapta bahsettiği insanların
çoğuyla ve okuyucusuyla dobra dobra konuşuyor, gazetecilik geleneğinin hakkını
vermeye çalışıyor.
2009 yılında, genç bir muhabir
İran’a giderse neler olur? Dahası, 2009 yılında genç bir muhabir olan Nevşin
Mengü İran’a giderse neler olur? Gazetecilik yapar ve bir yandan gördüklerini,
hissettiklerini, yaşadıklarını kaydeder. Ortaya bu “anlatı” çıkar.
İnsanın Düşünmekten Canı Yanar
mı? Hassas zamanların kitabı. Hassas adeta sıradanlaştırmış bir ülkenin
gazetecisinden, komşu ülkeye bakan bir kitap.
“İyiler yine kaybetti İran’da.
Hep öyle olmuyor mu? Burada ya da orada…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder